Dienstag, 23. Dezember 2014

Somon Şiş, Narlı Kinoa Salatası ve Fırında Havuç


Üst üste balık ve kinoa postları geliyor ama hazır üşenme çökmeden bana yazayım istedim bunu da, dursun burda. 

Her yapışımda fotoğraf çekmek aklıma gelmiyor ama arada çekiyorum, çekmişken de tarifleri yazayım diyorum ama sonra kalıyor öyle. Hazır makinadan fotoğrafları bilgisayara atmışken bunlar da aradan çıksın dedim. 








Bebek havuç bazen pazarlarda ve marketlerde oluyor, bulamazsanız küçük havuçlardan seçebilir veya büyük havuçları 5-6 cm uzunluğunda dilimleyip öyle pişirebilirsiniz. 

Kinoa yerine bulgur kullanabilirsiniz ama 1 su bardağı bulgurdan ne kadar salata çıkar bilmiyorum, kinoadan daha fazla çıkabilir. Hiç bulgur pişirmedim :( 

Somon ve soya sosu zaten beraberliğine alıştığımız lezzetler ama tabi ki kullanmak zorunda değilsiniz. Sadece sarımsak, zeytinyağı ve baharatla da çok güzel oluyor somon. 

Bal yerine şeker, esmer şeker, agave şurubu vs kullanabilirsiniz. Pekmez olmaz, pekmezin pişmesi sakıncalı biraz. 


Daha aylar önce yaptığım çörekotlu somon ve greyfurtlu kinoa salatası da var, onu da yazacağım. haha

Somon Şiş, Narlı Kinoa Salatası ve Fırında Havuç



Somon Şiş 
Kişi başı 2 şiş/ 4 kişilik

Yarım kilo somon fileto veya dilim somon
1 diş sarımsak(ince rendelenmiş)
Taze baharatlar (defne, reyhan, biberiye, kekik vs)

3 yemek kaşığı düşük sodyumlu soya sosu
1 tatlı kaşığı bal
2 yemek kaşığı zeytinyağı

8 ade çöp şiş/tahta şiş

Somonları derinlerinden ayırıp kuşbaşı şeklinde doğrayın. Bir kasenin içine rendelenmiş sarımsak, soya sosu, bal, zeytinyağını ekleyin ve bal eriyene kadar karıştırın. Daha sonra somonları bu karışım ile terbiye edin. 10 dakika dinlendirin ve şişlere dizin. Orta sıcaklıkta ve tercihen kalın tabanlı bir tava veya ızgarada her yüzü hafif kızarana kadar pişirin.


Kinoa Salatası

1 su bardağı kinoa
1.5 su bardağı su
Taze soğan
6-7 yemek kaşığı kırmızı nar, hafif ekşilerinden
2 yemek kaşığı sızma zeytinyağ
Tuz
(Ben geçen seferden kalan garnitürü de kattım, isterseniz siz de ekleyebilirsiniz)


Kinoayı 1.5 su bardağı su ile tencerenin ağzını kapatıp, kinoalar suyunu çekene kadar pişirin. Taze soğanın yeşil kısımlarını küçük küçük doğrayın. Ilımış kionalar ile, soğan, nar ve zeytinyağını karıştırın. Dilerseniz tuz ilave edin. 

Fırında Havuç

12-16 adet bebek havuç (kişi başı 3 veya 4 tane) veya kişi başı 1 tane büyük havuç
1 diş sarımsak (ince rendelenmiş)
2 yemek kaşığı vişne, nar veya erik ekşisi
1 yemek kaşığı balzamik sirke
2 yemek kaşığı bal veya esmer toz şeker veya normal toz şeker
2 yemek kaşığı sızma zeytin yağı
1 çay kaşığı deniz tuzu
1 çay kaşığı taze öğütülmüş karabiber veya 1 çay kaşığı toz karabiber
Taze veya kuru kekik, fesleğen, defne, reyhan... (ne seviyorsanız artık)



Havuçları yıkayıp dışını kazıyın.  Büyük havuç kullanacaksanız enine ve boyuna 4 e bölün.
Büyük bir kasede tüm malzemeleri karıştırın ve havuçları kaseye alıp sosu yedirin.
Pişirme kağıdı serilmiş tepsiye dizin ve 200C önceden ısıtılmış fırında 8-10 dakika pişirin. 

Afiyet olsun.



Montag, 22. Dezember 2014

Yaban Mersini Soslu Somon, Sıcak Kinoa Salatası Yatağında

Yaban Mersini Soslu Somon, Sıcak Kinoa Salatası Yatağında

Balık ve yabanmersini mi? demeyin, lütfen demeyin. Beraber mükemmeller! Yabanmersini sosu garip gelebilir kulağa yemekte kullanım için ama inanın çok yakışıyorlar birbirlerine, bana güvenin bu tarifte yabanmersini kullanmak için. Ama derseniz ki benim elimde frenk üzümü var, onla da olur :) Keşke bende de olsa. Macro center çok uzak, başka yerlerde de bulamıyorum bir türlü. Neyse, dediğim gibi, içiniz meyve kullanmak konusunda rahat olsun. Kinoa salatasına bahar veya aroma verici herhangi bir şey eklenmediği için o zaten nötre yakın bir tada sahip kendi başına, somon hafif sarımsaklı ve soya sosundan dolayı tuz hissediliyor hafif hafif, yabanmersini sosu ise bu nötrlüğü ve tuzluluğu dengeleyecek kadar tatlı en fazla. Zaten meyvenin kendisi de tatlı değil çok, bu yüzden gayet dengeli oluyor yemek.




Nerden çıktı bu soslu somon derseniz, ben yemeklerde meyveye bayılıyorum. İkisinin çok yakışacağını düşündüm ve nette ufak bir araştırma yaptım, yapan var mı diye. Türk sitelerinde pek yok ama yabancı tarifler buldum biraz, herkes sosu başka yapmış neredeyse. Zaten hiçbiri de bildiğim bloglar/siteler değildi o yüzden birebir bir reçete uygulamak yerine kendi hayalgücümü kullandım. Çok da zorlamadım belki evdekilere fazla gelir diye ama böyle babamdan da onay aldı. Denerseniz umarım siz de çok seversiniz.

Yabanmersini artık eskisine göre daha çok bulunuyor. Ben genelde Macro Center veya Büyük Migros'lardan alıyorum ama diğer büyük marketlerde de vardır muhtemelen. Dondurulmuş halde Metro Marketlerde de var.

Somonu sosun içinde bekletebilirseniz daha güzel olur, ama vakit yoksa direkt pişirebilirsiniz. Soya tuzlu olduğu için ekleyeceğiniz 1-2 kaşık bal balığı tatlı yapmıyor, bu konuda da rahat olun.

Kinoayı kullanmadan önce 2-3 saat kadar suda bekletmek gerekiyor. Bunun için evvelden kinoaları derin bir kaseye alıp önce bir kere yıkayıp suyunu süzün. Daha sonra üzerini 3-4 parmak geçecek kadar oda ısısında suyla doldurun ve 2-3 saat kadar bekletin. Kullanmadan önce suyunu tekrar süzün ve iyice 3-4 kere yıkayın, süzün. ( Ben kinoaları tel süzgeçe alıp, orda bir güzel yıkıyorum bol su ile)

Garnitürü biz kendimiz hazırlar dondururuz hep, ev yapımı yoksa konserve veya dondurulmuş olarak marketten satınalabilirsiniz. Dondurulmuşlar pişmemiş oluyor diye biliyorum, dondurulmuş kullanırsanız önce haşlanamanız gerekebilir.



Yaban Mersini Soslu Somon, Sıcak Kinoa Salatası Yatağında 

Yaban Mersini Soslu Somon, Sıcak Kinoa Salatası Yatağında

Malzemeler

Sarımsaklı ve Soya Soslu Somon

2 kişilik
2 dilim somon balığı
1 çay bardağı soya sosu
2 diş sarımsak
1 dal biberiye
1 yemek kaşığı bal
1 yemek kaşığı sirke (beyaz sirke veya elma sirkesi)

Önce somonları yarım saat kadar marine edeceğiz. Bunun için sarımsağı rendeleyin ve soya sosu, bal, sirke, biberiye ile beraber bir kaba alın, bal eriyene kadar karıştırın. Somonları içine bırakın. Arada bir çevirerek 30 kadar marine edin. (Bu aşamayı atlayıp, somonları direkt bu karışıma batırıp sonr ahemen de pişirebilirsiniz)

Somonları pişirmek için kalın tabanlı bir tavayı zeytinyağı ile hafif yağlayın ve somonları tavaya bırakın. İki tarafı da kızarana kadar pişirin.



Yabanmersini Sosu

En az yarım su bardağı yaban mersini (taze veya dondurulmuş)
1 diş sarımsak
1 yemek kaşığı limon kabuğu rendesi
1 yemek kaşığı balzamik sirke
2 yemek kaşığı bal/agave şurubu/akçaağaç şurubu (veya şeker)
1 tatlı kaşığı nişasta
1 orta boy mor soğan / yoksa normal soğan

Soğan ve sarımsağı küçük küçük doğrayıp tavada soteleyin. Daha sonra yabanmersini, bal, sirke, limon kabuğu rendesini ekleyin ve yabanmersinleri yumuşayıp suyunu iyice salana, karışımın rengi mor-koyu kırmızı olana kadar pişirin. En son 1 tatlı kaşığı nişastayı 3-4 yemek kaşığı su ile iyice karıştırıp topakçıklar kalmayınca sosun içine ekleyin ve 1-2 dakika daha pişirin.



Sıcak Kinoa Salatası

1 çay bardağı kinoa
1 bardak haşlanmış sebze garnitür (havuç, bezelye, patates. Tercihen evde yapılmış ama hazır da olur)
1 yemek kaşığı sızma zeytinyağı

Kinoayı 1.5 çay bardağı su ile tencereye alıp, tencerenin kapağını kapatın ve kinoalar suyunu çekene kadar pişirin. Yumuşamaları gerek. Kinolar haşlanıp yumuşayınca, garnitürü ve zeytinyağını ekleyip karıştırın.


Kinoa salatasını sıcakken bir tabağa alın, üzerine somonu bırakın. En son yabanmersini sosunu ekleyin.






Blogunuzla Bağınızı Koparmayın

Herkesin blog yazmaya başlama hikayesi farklı olabilir. Kimi bir heves için başlar, kimi içini dökmek için, kimi bir internet fenomeni olmak için, kimi de gelir elde etmek için. Blog yazmaya başlama sebebi ve hikayesi ne olursa olsun geldiğimiz nokta aslında aynıdır. Zamanla gelen ziyaretçiler, bırakılan yorumlar, alınan reklam teklifleri… Artık blogunuz sizin yanı başınızdan asla ayırmak istemeyeceğiniz bir oyuncağınız hatta bir çocuğunuzdur. Her an ziyaret emek, yorumları kontrol etmek, sosyal medya hesaplarını güncellemek, maillere cevap vermek istersiniz.

 

Yıllar önce bunları yapmak için bir laptop ve internet bağlantısı gerekirken artık cebimizde taşıyabildiğimiz akıllı telefonlarla blogumuzla her an birlikte olabiliyoruz. Bu yüzden her bloggerın bir akıllı telefonu olması gerektiğini düşünüyorum. Akıllı telefonu olmayanlar ve yenilemek isteyenler için de ekonomik, şık ve işlevsel bir cihaz önermek istiyorum.

 

Vestel Venus 5.0 X ile Blogunuzla Bağınızı Koparmayın

 

Sizlere tanıtmak istediğim Vestel Venus 5.0 X tamamen yerli üretim ve A Design Award & Competition, Plus X Award gibi prestijli tasarım yarışmalarında kendi kategorisinde ödüller almış bir ürün.

 

5.0 X TEL

 

Vestel Venus 5.0 X’in yerli üretim olduğundan bahsetmiştim yukarda. Yerli üretim olmasının etkilerini melodilerde, temalarda ve içeriklerde rahatlıkla görebiliyorsunuz. Örneğin Türkiye’nin 7 bölgesini temsil eden yöresel ezgilerden birini melodi olarak seçebilir, sadece Venus telefonlar için hazırlanmış Mevlevi ve Terapi temalarını kullanabilir, ihtiyacınıza göre “Sürüş Modu, Uyku Modu, Çocuk Modu ve Toplantı Modu”  gibi modlar arasında kolayca geçiş yaparak kullanım kolaylığını üst boyutlara taşıyabilirsiniz.

 

Gelelim en çok merak ettiğiniz konulardan biri olan fiyat konusuna. Akıllı telefonlara binlerce lira verilmesi taraftarı değilim. Venus 5.0 X’i önermemdeki en büyük etkenlerden biri de fiyat/performans oranı. Bu kadar özelliğe ve performansa rağmen 649 TL fiyat gerçekten çok cazip. Venus 5.0 X’e Vestel mağazalarından, Vestel’in Vestel e-mağazasından ve Turkcell İletişim Merkezleri’nden kolayca ulaşabilirsiniz.

 

Yukarıda Venus 5.0 X’in fiyatının özellikleri ve performansı fazlasıyla karşıladığnı yazdım. Dilerseniz 649 TL’ye nasıl bir akıllı telefon sahibi olacağınızdan bahsedeyim.

 

Vestel Venus 5.0 X’in Özellikleri

 

  • Siyah veya beyaz renk seçeneği ve 5.0 inç ekran boyutu.
  • 540x960 ekran çözünürlüğü ve yüksek görüntü kalitesi.
  • 8 MP arka, 2 MP ön kamerası. Üstelik hiç bir uygulamaya gerek duymadan uygulayabileceğiniz efektler ve ayarlarla QR kod okuyucu da mevcut.
  • Android 4.3 işletim sistemi ve Dört çekirdekli, 1.2GHz Qualcomm Snapdragon 200 işlemci ile yükek performans.
  • Rahatlıkla her türlü uygulama ve oyunu çalıştırmanızı sağlayacak 1GB RAM ve 8GB ROM bellek.
  • Micro SD ile belleği 32 GB’a kadar çıkarabilme imkanı.
  • Micro USB girişi sayesinde farklı cihazlarda bağlantı kurma imkanı.
  • !!! Akıllı telefonlarda en büyük sorunun çabuk şarj bitmesini olduğunu bilirsiniz. Fakat Venus 5.0 X’in fazla güç tüketmeyen Snapdragon çipseti ve pil ömrü optimizasyonuna sahip olması sayesinde enerji tasarrufu sağlanıyor. Böylece cihaz, 1 tam gün boyunca rahatlıkla kullanılabiliyor.
  • Son olarak Vestel’in kendi uygulama ve hizmetlerinden bahsetmek istiyorum. Venus 5.0 X’in içindeki uygulamalardan Smart Remote ile telefonunuzu Vestel Smart TV kumandası olarak kullanabilir, faydalı ve eğlenceli bilgiler içeren Vestel Takvim uygulaması ile çeşitli sürpriz hediyeler kazanabilir, Smart Center uygulaması ile telefonunuzdaki resim, video ve müziklerinizi Vestel Smart TV’ye aktarabilirsiniz.
  • Ayrıca Vestel Cloud servisi ile 10 GB‘lık depolama alanı Venus Akıllı Telefon kullanıcıları için 2 yıl boyunca ücretsiz olarak sunuluyor.
  • !!! Venus 5.0 X’in Bluetooth ve GPS desteğinin yanında Wi-Fi ve 3G ile internete bağlanma imkanı mevcut. Ancak görüntülü konuşma ile ilgili yanlış bilinen bir konuya açıklık getirmek istiyorum. Görüntülü konuşma bir telefon özelliği değildir. Telefonlara yüklenen Skype, Tango, Viber gibi uygulamalar aracılığıyla yapılır. Tüm bu uygulamaları Venus 5.0X’in içindeki Google Play’den ücretsiz indirebilirsiniz.

 

Ne dersiniz? Bu özelliklere bu fiyat sizce de çok cazip değil mi? Blogundan ayrı kalmak, bağını koparmak istemeyen bloggerlar için oldukça uygun bir akıllı telefon Vestel Venus 5.0 X. Akıllı telefon almak isteyenlerin mutlaka inceleyip değerlendirmeleri gerektiğini düşünüyorum.

Blog Blogger İçin Midir Halk İçin Mi?

Öncelikle bu satırların yazarının Blog aleminde henüz çok yeni olduğunu söyleyerek başlamakta fayda var. Belki sizin de onlardan biri olduğunuz, her gün hemen hemen her yerde karşınıza çıkan tecrübeli “blogger” lardan değilim. Henüz birkaç ay önce açtığım, vakit buldukça ve elimden geldiğince özgün içeriklerle beslemeye çalıştığım liveaplus.com da, şu anda okuduğunuz Bloghocam veya benzeri uzun soluklu ve kaliteli bloglardan biri değil. İşin çok başındayım, acemisiyim anlayacağınız.

 

Bir işin acemisi olmak, üzerinde taşıdığı bir çok dezavantajın yanında çok da önemli bir avantaja sahip olmak demektir. Bir alemin içinde “acemi” olarak bulunurken, henüz o alemin bir parçası olmadığınız için aynı anda da dışarıdan nasıl göründüğünü bilirsiniz. Bu sayede objektif olabilir, henüz kazanmadığınız tecrübeden dolayı işinizi, o işi yapmayanların gözüyle görebilirsiniz.


Ben de blog yazmaya çalıştığım bu kısa zaman içerisinde gördüklerimi, bu yolculukta şu ana kadar yaşadıklarımı, hala işin acemisi olmanın avantajını kaybetmeden kelimelere dökmek istedim ve bunu da siz Bloghocam takipçileriyle paylaşmanın güzel olacağını düşündüm. Teknik konularda ahkam kesmek henüz haddime değil. Bu yazıda daha farklı sularda gezineceğiz.


Blog yazmak ve blog sayfası/sitesi yönetmek konularında çok fazla bilgi eksikliğim var. Bu yüzden bu konuda bulduğum her yazıyı, kaynağı okumaya çalışıyorum. Bloghocam da düzeyli ve doyurucu içeriği ile en sık başvurduğum kaynaklardan biri.


Okuduğum bu yazılardan gerçekten çok fazla ve değerli bilgiler edindim. Olumlu ve olumsuz anlamda değerli bilgiler.

 

blog


Gördüm ki herkesin blog yazmak için farklı sebepleri var. Takip ettiğim bunca yazıdaki tavsiyeler içinde bu konuda bahsedilen en yaygın sebep para ya da benzeri maddi çıkarlar kazanmak. Görünen o ki günümüz dünyasının en büyük trend ve aynı zamanda yanılgılarından biri olan “kısa sürede kazanmak” beklentisi aynı zamanda blog yazmaya karar vermekteki en büyük sebeplerden biri. Sosyal medyayı, gündemi ve günceli takip eden ortalama bir okur kısa süre içerisinde popülerleşen, meşhur olan, reklamlarda, filmlerde, dizilerde oynamaya başlayan, kitaplar yazan, çok satan gazetelerde köşe sahibi olan blogger’ları gördükçe bu işin kolay yoldan para ve ün kazanmak için geçerli bir yol olduğu fikrine kapılabiliyor. Tahmin ediyorum ki şöyle başlıyor olay: “Abi çevrem geniş, arkadaşlarım, arkadaşlarına yaysa, onlar kendi arkadaşlarına yaysa sonrası çorap söküğü gibi gelir. Kalemim zaten çok sağlam. Kısa sürede sayfaya reklam alırım. Sonra bir gazetede haber olsam, -ki bunu sağlayacak arkadaşlarım da var- oldu bitti. Ne kadar kolay değil mi? Mısır patlatmak gibi. Birkaç mısır tanesi patlayana kadar biraz beklersin. Sonrası patır patır kendiliğinden gelir.


Bu fikre nereden mi kapıldım? Şu ana kadar sayfamı nasıl geliştirebileceğimi öğrenmek için yaptığım araştırmalar sırasında en çok rastladığım makale konuları şöyle:

 

- Nasıl kolay yoldan reklam alınır?

- Nasıl kolay yoldan takipçi arttırılır?

- Nasıl kolay yoldan para kazanılır?

- Blog yazarak kolay yoldan para niçin kazanılmaz?

- Blog yazarak parak kazanmak için neler yapmak gerekir?

 

vb, vb.

 

İşin ilginç tarafı, itibar edilebilecek ve gerçekçi yanıtların büyük bölümünde yukarıdaki sorulara verilen tek cevap aşağı yukarı aynı: Sabır, sabır, sabır.

Genellikle şöyle başlıyor tüm yazılar: Blog yazarak kısa yoldan para kazanmak mümkün değildir.


Bu görüşe ben de katılıyorum. Göz önündeki başarılı örneklerin bir çoğu bu işin henüz yeni olduğu dönemlerde başlayıp yıllarca emek harcamış, bloglarını, kendilerinde var olan cevheri geniş kitlelere ulaştırmak için yeni bir mecra olarak başarı ile kullanmış ve henüz bu alanda çok fazla oyuncu olmadığı dönemde diğer sıradan örneklerin arasından kolaylıkla sıyrılmışlardan oluşuyor. Yani, sahada oyuncu azken kalitelileri kolaylıkla parlayarak diğerlerinden ayrılabiliyorlardı. Ancak şu anda durum böyle değil. Çok fazla blogger ve çok fazla blog var. Ve bu karmaşada diğerlerinden farklılaşmak artık o kadar da kolay olmasa gerek.

 

Bu durum sadece blog yazmak ile ilgili bir durum da değil zaten. Tüketim dünyasında yaşıyoruz ve birşeyleri tüketmek artık günün bir gereği. 90’ların sonu ve 2000’lerin başındaki “dot-com bubble” da benzer bir dönemin farklı biçimde yaşanmasından başka birşey değildi. Bir anda popülerleşen bir mecra, barındırdığı kanallar hızla artarken, yerini dolduran başka bir rakip mecranın ortaya çıkması ile popülerliğini aynı hızla yitirebiliyor.


Bu yüzdendir ki blog yazarken kalıcı olabilmek için en önemli gereksinim “Sabır”. Bir yandan sabrederek hızlı bir başarı beklememek gerekirken, diğer yandan da içeriğin önemini göz ardı etmeden üretmek gerekiyor. Yine okuduğum makalelerden gördüğüm kadarıyla, Bloglar ile ilgili bir yazı hazırlıyorsanız, mutlaka kullanmak gereken bir söylem daha var:  “content is king” yani “içerik kraldır” (böylece biz de bu yazımızda bu vecibeyi yerine getirmiş olduk).  Bu tam bir klişe. Ancak aynı oranda da gerçekçi bir söylem. Ormandaki en sağlıklı, en gürbüz, en parlak yapraklı ağaçlardan olmak lazım ki kuraklık geldiğinde ya da fırtına çıktığında ayakta kalabilesiniz. Bu yüzden yılmadan, usanmadan özgün içerik üretmek ve üretmeye devam etmek şart.

 
Sabır ve içerik, uzun zamandır bu işi yapanların süzgecinden geçerek yeni başlayanlara ilettikleri en değerli ve ortak iki tavsiye. Peki yeni bir blogger’ı bu işe iten yegane motivasyon para kazanmak ya da ünlü olmak mıdır? Bence değil. En azından benim için değil.

 
Beni bu zor ve uzun yolculuğa sürükleyen şey “kazanmak için üretmek” değil, "ürettiğim için paylaşmak” isteği oldu.

 
Çok uzun soluklu ve başarılı örnekler olmamasına rağmen bir süre amatörce öykü yazdım. “Yazmak” eylemi keyif verdikçe kafamdaki düşünceleri, öğrendiklerimi, beğendiklerimi yazıya dökme isteği beni içten içe kemirmeye başladı. Bunların kalıcı olabilmesi için “blog” iyi bir alternatif olarak göründü ve başladım. Başlangıçta “kendim için yazıyorum, okunmasam da olur” şeklinde düşünsem de, bloga yazı ekledikçe, okunuyor olmanın, yazmak kadar değerli olduğunu gördüm.


Sayfam şu anda çok kısıtlı bir kitleye hitap ediyor. Ancak birinci ve ikinci kuralı unutmuyorum. İçeriğim yeterince iyi ise zamanla daha çok okunacağını düşünüyorum. Bunu zaman gösterecek. Şu anda bana düşen, özel hayatımda bir yolunu bulup fırsatlar yaratarak kaliteli, en azından benim okuduğumda keyif alacağım içeriklerle sayfamı beslemek ve sonrasında beklemek.


Blogumu yayına aldığımdan beri geçen kısa süre içerisinde  beklediğim kadar olmasa da yakın çevremden bazı eleştiriler de aldım. En sık karşılaştığım eleştiri “yazıların çok uzun” şeklinde oldu. Doğrudur, uzun yazılar yazdım. Ancak, blogun orada olma sebebi “yazma isteği” olduğu için bu kaçınılmaz. Yazılarım uzun çünkü yazmak istiyorum. Bu kadar basit. Ancak uzun yazılar, yazanın taşıdığı motivasyonu okuyana aktaramıyor. Yukarıda da bahsettik, zaman tüketim zamanı. Zaman hız zamanı. Okuyucu da daha kısa sürede daha çok şey okumak istiyor. Bu yüzden “uzun yazı” çok da çekici gelmiyor. Buna bir orta yol bulmak gerektiğini görüyorum. (yılma okuyucu… evet bu yazı da gittikçe uzuyor biliyorum, ama lütfen yılma. buraya kadar geldiysen kalanını da okuyabilirsin, haydi gayret)

Araştırmalarımda gözlemlediğim bir başka tavsiye, bir blog içinde yer alan yazıların yelpazesini fazla geniş tutmamak gerektiği yönünde. Her konuda yazmak, her konuyu biliyor gibi görünmek olarak algılanabilirmiş. Bu da okuyucunun gözünde “samimiyetsiz” bir algı yaratmasına sebep olabilirmiş. Bir nevi hıncaluluçvari bir şekilde her konuda ahkam kesmemek gerekirmiş.

 
Saygı duyarım, ancak tam katılmıyorum. Yazılarımın amacı, ilgi alanıma giren konuları başkaları ile paylaşmak. Bu paylaşımların uzun vadeli olması için de mümkün olduğunca güncelden uzak kalarak, kalıcı ve “zamansız" yazılar olması, 5 yıl, 10 yıl sonra bile okunsa aynı tazeliği koruyor olabilmesi için gayret gösteriyorum. Bu amaçla öncelikle bildiklerimi yazarak başladım. Ancak, ilgi alanıma giren konular, bilmediğim bir çok detay da içeriyor. Bu sebeple araştırıyor, öğreniyorum. Yani yazmayı bir bakışla yeni bilgilere ulaşmak, yeni şeyler öğrenmek için bir araç olarak kullanıyorum. Ve burada herhangi bir samimiyetsizlik olduğuna inanmıyorum.

 

Samimiyet demişken, çevremden gelen bir başka eleştiriden de bahsederek yavaş yavaş yazıyı bağlayalım. Her yiğidin yoğurdu farklı yemesinde olduğu gibi, her blogger’ın tarzı farklı. Her blogun da rengi farklı. Görebildiğim kadarıyla çok samimi, okuyucusuyla çok içli dışlı, mizah tonunu oldukça üst seviyede tutarak yazan bloggerlar da var, TV’de bir siyasi programa konuşmacı olarak çıkmışçasına resmi yazanlar da. Hepsine saygım sonsuz. Tarz, tarzdır. Ancak, yazdığım yazılarda kullandığım dile dikkat etmeye çalışıyorum. Türkçe bilgim ortaöğrenimim sırasında öğrendiklerimden aklımda kalanlar kadar. Bazı hatalar yapıyorum ki bu çok normal. Elimden geldiğince bunu azaltmaya çalışıyorum. Ancak yazarken kullanılan dilin, okuyucuya olan saygı seviyesini bozmaması gerektiğini düşünüyorum. Yani, günlük dil kullanmak, okuyucu ile samimi olmak adına Türkçe’nin temel kurallarının bile yok sayılarak yazılmasını doğru bulmuyorum. Samimiyet adına Türkçe’yi bozmak yanlış bence.


Son olarak madalyonun bir de diğer tarafına göz atmak istiyorum. Olaya tam ters yönden bakarsak, okuyucunun da bazı sorumlulukları mevcut. Bu yolda tecrübe kazanmaya çalışan tüm blogger’ların mutlaka bir geri bildirime ihtiyaçları vardır. Okuyucu, takip ettiği bloglar ve okuduğu yazılar hakkında samimi (bu “samimiyet" yine çıktı karşımıza), objektif ve mümkün olduğu kadar detaylı yorumlarını direk olarak yazara iletmelidir. Bu sayede yazarın hem hatalarını hem de okuyucu beklentilerini anlaması ve kendisini geliştirmesinin mümkün olacağı gerçeği akılda tutulmalıdır.

 
Yazının başlığına geri dönerek bitirmek gerekirse, blog yazmak blogger’ın hem kendisine hem de okuyucusuna bir borç ödemesi olarak algılanmalıdır. Blogger hem kendi yazma isteğine hem de okuyucunun okuma arzusuna karşı sorumluluk taşımalıdır. Yani blog hem blogger içindir hem de halk için.

 

Yazar hakkında: Altuğ Tatlı; 43 yaşında, evli ve iki kız çocuk babasıyım. Bir otomotiv firmasında Bilgi İşlem Yöneticisi olarak çalışıyorum. 2014 Temmuz’unda liveaplus.com ‘u yayına açtım ve işlerimden fırsat buldukça burada hayata dair yazılar yazmaya çalışıyorum.www.facebook.com/liveaplus

Samstag, 20. Dezember 2014

Gül Kremalı Fıstıklı Kurabiyeler




Bir ara güllü tariflere sardım, sonra o kadar yedim ve yaptım ki bir süre gül tadı almak istemedim ama neyse ki geçti. 

Gül ve fıstığı çok yakıştırdığım için bu kurabiyeleri de bi denedim, sonuç gayet güzel olunca yapalı çok olmasına rağmen ancak yayınlayabiliyorum. Kurabiyeler için daha önce çokça yaptığım ve zaten blogda detaylı tarifi olan fıstıklı kurabiyelerden yaptım. Ayrıntılı okumak isterseniz buraya tıklayabilirsiniz, ben yine tarifi tekrar yazacağım. 

Güllü krema için de butter cream yapıp gül suyu ile incelttim. biraz da gıda boyası ekledim ki pembe olsunlar. Aslında daha açık pembeydi amacım ama boyası biraz çok kaçtı bu renk oldular, ben de yeniden yapmadım kaldı öyle. 

Gül aromasını/tadını seviyorsanız mutlaka öneriyorum bu kurabiyeleri. Hem görüntüleri hem de tatları harika. 



Gül Kremalı Fıstıklı Kurabiyeler

Malzemeler
:

(Yaklaşık 24 adet kurabiye için)

2.5 su bardağı un (un daha fazla gerekebilir)
1-1.5 çay bardağı toz fıstık (isterseniz yarı yarıya kavrulmuş fıstık da kullanabilirsiniz)
125gr yumuşak tereyağ
2 yemek kaşığı tereyağ (unu kavurmak için)
1.5 çay bardağı pudra şekeri (şekeri az gelirse artırabilirsiniz)
1 yumurta beyazı
1 yemek kaşığı yoğurt
1 çay kaşığı kabartma tozu
1 tutam tuz


1.5 su bardağı unu tavada 2 yemek kaşığı yağ ile kavurun. Ilımaya bırakın.

Ayrı bir kapta 125 gr tereyağı, tuz ve  pudra şekerini krema haline gelene dek çırpın. (veya yağ şekeri yiyene kadar yoğurun) İçine 1 bardak kavrulmamış unu, fıstığı ve kabartma tozunu ekleyin ve karıştırın. Daha Sonra kavurduğunuz  ve ılıttığınız unu,  yoğurdu, yumurta beyazını ekleyip iyice yoğurun. (Unu az gelirse normal un ekleyebilrisiniz) Hamuru 2 ye ayırıp silindir biçiminde şekil verin ve dolapta yarım saat kadar dinlendirin. Dolaptan aldığınız hamur silindirlerini bıçakla 1 cm kalınlığında kesin ve yağlı kağıt serilmiş tepsiye dizip 170C önceden ısıtılmış fırında altı ve üstü hafif kızarana kadar yaklaşık 10-12 dakika pişirin.
daha detaylı anlatımı için tıklayabilirsiniz: fıstıklı kurabiye detaylı anlatım.

Güllü Krema

125 gr yumuşak tuzsuz tereyağ
4-5 yemek kaşığı pudra şekeri (kıvamına göre azaltıp artırbilirsiniz)
3-4 yemek kaşığı gül suyu
renklendirmek için pembe veya çok az miktarda kırmızı gıda boyası

Tereyağını 15-20 saniye kadar orta devirde kremamsı olana dek çırpın ve gülsuyu, pudra şekeri ve gıda boyasını ekleyin. 20-30 saniye kadar daha pürüzsüz olana kadar tekrar çırpın. 


Kurabiyeleri güllü krema ile kaplayın ve çekilmiş fıstık ile süsleyin. 

Freitag, 19. Dezember 2014

Lass uns durchbrennen!





Oder was ihr sonst so Schönes macht an diesem 4. Adventwochenende. :-)
Neulich  habe ich im Vorbeilaufen zufällig diese besonderen Kerzen entdeckt und da es manchmal gar nicht mehr Worte bedarf, musste eine davon gleich mit.

Daher nur ein kurzer Gruß und ein schönes Wochenende für Euch!
Alles Liebe,
Rebecca












Donnerstag, 18. Dezember 2014

Cigaratte Rolls (Sigara Böreği)



Sigara böreği takes its name from the shape of cigarettes. Although I truly loathe cigarettes, I love cigarette rolled boreks! Addictive is the right word to describe these little rolls. In Turkey, they are usually served as appetizers, for breakfast and as an afternoon snack with a hot Turkish tea. I have tried making these numerous times using whole fat Turkish white cheese and each time the cheese would leak during frying and ruin their appearance and taste. I have tried rolling them differently, adding an egg white to keep the cheese together but it kept leaking. Then I realized I was using cheese with whole fat which was causing the leaking. Since I couldn’t find low fat Turkish white cheese, I used low fat feta and for the first time I prepared rolls that did have leaked cheese during frying. They were so good to look at I was hesitant to eat them (no, not really) J I do not normally purchase anything low fat or diet so I had to make an exception for this. They tasted incredibly good but I know that they taste even better with whole fat white cheese.


You may substitute the filling with other types of cheeses, minced meat, chicken, potatoes or even spinach. Enjoy hot right after you fry them. They will be so crispy and delicious!


2 cups crumbled low fat white cheese (or feta)
1 cup finely chopped fresh parsley
1 package triangle pastry leaves (about 20 leaves)

4 cups sunflower or canola oil

Place the white cheese in a bowl and add the parsley. Mix well.


Place one triangle pastry leaf on the counter and brush the edges with water. 


Add a table spoon of cheese in the wide section of the triangle pastry leaf. 


Fold from both sides and start rolling. 


Dip hands in water when sealing. 


Repeat the same process until all the triangle leaves are used up.


Heat up the oil. Add a few of the rolls and start frying. 


It should take only a few minutes. As soon as the rolls start taking a golden color remove and drain on paper towel. It is better to fry as little as possible; that way they will fry faster. 

Note: If you cannot find triangle shaped pastry leaves available in Turkish or Middle Eastern stores (ucgen yufka) and able to find regular Turkish yufka, you could cut the large round piece of yufka into eight triangles. If you cannot find yufka, you may substitute regular (thinner) phyllo dough for it.